Dev Uyanıyor (Martin Walker)

Dev uyanıyor adlı kitabın yazarı Martin Walker, Oxford’da tarih bölümünde eğitim görmüş daha sonra Harvard Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler konusunda çalışmalar yapmış, böylece Sovyetler Birliği hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmuştur. Eğitimin tamamladıktan sonra The Guardian adlı gazetede iş hayatına atılarak, 1984 yılında çalıştığı gazete tarafından Moskova muhabirliğine getirilmiştir.

Kitabın giriş bölümünde, Martin Walker’ın ailesiyle taşınma süreci, burada yabancılara nasıl davranıldığı, karşılaştıkları zorluklar ve Ruslar’ın yaşamları hakkında kesitler vermiştir. Bunlardan kısaca bahsetmek gerekirse, yurtdışından Rusya’ya çalışmak için gelen ailelerin hemen hepsinin başına gizli bir memur vererek gözlem altında tutmanın Rus yönetiminin başlıca bir prosedürü olduğunu görüyoruz. İkamet eden ailelerin hareketlerini ya da bir yere gitmelerini, direk olarak gerekli mercilere bildirmenin bu gizli memurların başlıca görevleri arasında yer alıyor. Moskova dışına çıkabilmek için ise; ailelerin Dışişleri Bakanlığından herhangi bir izin almaları gerekmemektedir. Fakat ailelerin iki gün önceden yetkili kurumlara bu seyahat hakkında bilgi verme zorunluluğu bulunmaktadır. Rus hükümeti ailenin gideceği güzergaha göre bir yol çıkartarak ve buna göre de belirli noktalara trafik kontrolleri yerleştirerek aileyi gözlem altında tutuyor. Görüldüğü üzere yabancı dahi olsanız Rusya’da yaşamanın ne denli zor olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Yabancı bir aile Sovyet standartlarına göre daha iyi bir yaşam sürmektedir. Rus ailelere daha büyük ve lüks evlerde yaşamak, istediği gibi alışveriş yapma imkanlarına sahip olduklarını görüyoruz. Sağlık bakımından ise yabancıların kullanacağı özel hastaneler bulunmakta ayrıca ilaç bulma bakımından bir sıkıntı çekmemektedirler.

Bir diğer dikkatimizi çeken nokta geçmiş yıllarda ve yazarın Moskova’ya gittiği yıllarda Sovyetler Birliği kapalı bir kutu olduğundan dolayı, ziyaret ve ikamet eden yabancılara Rus hükümetini halkının iyi bir yaşam sürdüğü izlenimini verme konusunda bir çabaları olduğu gözden kaçmıyor. Bunu için de gelen yabancılara lüks semtlerden ev vermeye özen gösteriyorlar. Fakat diğer semtlere, kasabalara ve köylere bakıldığı zaman ne halkın ne denli bir perişanlık çektiğini görmek zor değil. Buradan çıkardığım sonuç halkın çok çok az bir kesimini oluşturduğu elit bir tabakayı (Ruslar bunu “vilasti” olarak adlandırıyor) kullanarak, halkın iyi bir yaşam sürdüğü izlenimi vermektir. Fakat tatil için değil de, iş için gelen yabancılar tarafından (uzun süre kaldıklarından) bu rahat yaşamın başlı başına bir yalan olduğunun keşfedilmesi kaçınılmazdır.

Sovyet vatandaşlarının o zamanlarda çok zor koşullarda yaşadığını kabul etmek gerekir. Kısaca bahsetmek gerekirse köylülerin sefalet içinde olduğunu, istediği çeşit yiyecekleri bulamadıklarını, bunda dolayı da yeni nesillerin son derece sağlıksız yetiştiği gerçeği ile karşılaşıyoruz. Şehirde yaşayan halkın tek eğlence kaynağı ise sinemadır. Bunun haricinde sıradan halkın başka bir meşgaleye (içki hariç) sahip olmadıklarını görüyoruz. Kitap seçimlerinde bile ancak devletin tasvip ettiği yayınları okuyabilme lüksleri bulunmaktadır. Restoranların bir çoğunun devlet tarafından işletildiği böylece gereken kaliteye sahip olmadığı notunu da düşmek lazım. Buna ek olarak batılı ülkelerde kolayca bulunan blue-jean, kaset, plak ve video gibi malların kara borsa hariç Rusya’da bulmak imkansız.

Yukarıda anlattıklarımı göz önüne alarak, Sovyet halkının ne denli lüks ve rahat bir yaşam sürdüklerini görmenin gözlerden kaçmayacağına inanıyorum.

Ben burada birkaç önemli noktadan bahsedeceğim. Öncelikle Stalin’in başa geçtikten sonra kendini kabul ettirebilmek ve sistemi uygulamaya devam ettirebilmek için kıyımlar yaptırdığına değiniyor yazarımız. Birkaç örnek vermek gerekirse, Stalin zamanında tam 18,840,000 kişinin tutuklandığı dikkatimizi çekiyor. Yazarın iddiasına göre bu 18,840,000 kişiden 7,000,000′u hapishanede öldürülmüş geri kalanlar ise kamplara gönderilmiş. Yazarın bir başka çok önemli iddiası ise Stalin kurbanlarının sayısı Hitler’inkinden çok daha fazla olduğudur.

Kruşçev zamanında ise daha çok kiliselerin ve din okullarının kapatıldığı dikkatimizi çekiyor. Buna ek olarak da tarihi bir çok eserin yıkıldığını görüyoruz.

Sonuç olarak geçmişte cevaplanması gereken bir çok soru varken Sovyet yönetimi geleceğini çizemiyor, geçmişe gebe kalıyordu.

Tarihte yaşanmış en büyük felaketlerden biri olan Çernobil, Sovyetlere ve etrafındaki komşularına korku salmıştır. Sovyet tarafından inceleyecek olursak, facianın başta ne denli ciddi olduğunu anlamak bin hayli zordu, çünkü böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Dolayısıyla ne Çernobil’de çalışan insanlar (üst düzey hariç) ne de çevrede yaşayan halk karşılaştıkları durumun farkında değillerdi. Buna bir de yöntemin örtbas etme politikası eklenince felaket çok daha ciddi boyutlara ulaşmıştır.

Sovyet yönetimi halkı paniğe sokmamak ve buna ek olarak çelişkili bilgilerin gelmesi Moskova’yı zor durumda bırakıyordu. Bunların sonucu olarak da Sovyet yönetimi bu faciaya çok geç tepki verebilmiştir.

Son bölümde de yazarın vurgulamak istediği nokta Sovyetlerin her zaman içine kapanık olmasından dolayı batının Sovyetleri yeterince tanımıyor olmasıdır. Gorbaçov ile bu aksaklık giderilmeye başlanmıştır. Sovyetlerin son derece büyük kaynaklara sahip olmasına rağmen senelerce bu kaynakları verimli kullanamaması en büyük handikabı olarak gözükmektedir. Yazarın inancına göre gerçekleşen rejim değişikliği ile yeni kurulan ülke bu kaynaklanın daha etkili ye verimli kullanmaya başlayacaklardır.

Bana göre Sovyetlerin en büyük zaafı ekonomisidir. Ekonomisini sadece kendi sınırları içinde tutarak kendilerini felakete sürüklemişlerdir. Bunu yavaş yavaş anlamaya başlayan batı Sovyetlerin bu zayıf noktasından yararlanmıştır. Şöyle ki Reagan’ın gerçekleştirmekte kararlı olduğu “Yıldız Savaşları” projesi de bir ölçüde zayıf olan Sovyet ekonomisini daha da zayıflatmak amacı gütmüştür. 

Kitap Özetleri Gösterim: 10695
Yazdır